Bol fotoğraflı bir yazıya var mısınız? WARNING! This post is a picture heavy one! AND ONLY IN TURKISH! :( |
Merhaba! Amsterdam tatili bitti ve Görkem İstanbul'a döndü. Öncelikle kısa bir özet geçmeliyim sanırım. Amsterdam'a Roma'da yaşadığım dönemden arkadaşım olan Valentina'nın nişanı için gittim. Biletimi Pegasus'tan aldım. Pegasus son 1,5 senedir kendini aştı ve ben THY'den tek eksiğinin o lezzetli yemekler olduğunu düşünüyorum. Gelelim Hollanda'ya. Ben vizem yetişsin diye, çok çabuk geri dönüş yaptığını bildiğim Fransız konsolosluğundan Schengen başvurusu yaptım. Nitekim 1 iş gününde vizemi çıkarttılar. Normalde Schengen'i hangi ülkeden alırsanız ilk olarak o ülkeye giriş yapmanız gerekiyor. Dolayısıyla Hollanda'ya girememe ihtimalim vardı. Geçen yıl yine Mart'da gittiğimde İtalya'dan oturma iznim vardı, girişte hiç problem yaşamamıştım. Uçaktan inince gergin bekleyiş başladı. Pasaport kuyruğu yoktu, önümde 3 kişi vardı. Sıra bana geldiğinde yakışıklı ve güleryüzlü polis pasaportumu açtı ve 'Ne kadar çok gezmişsin, seyahati seviyorsun herhalde.' dedi. Ben de 'Evet, kim sevmez ki? Siz sevmiyor musunuz?' dedim. NE HADDİMEYSE! :( Polis güldü ve 'Fransa'dan almışsın vizeyi, zekice. Amsterdam'a hoşgeldin. İyi gez, bol fotoğraf çek.' dedi. Derin bir oh çekip valizimi almaya gittim.
Amsterdam Schipol şu ana kadar gördüğüm en gelişmiş havaalanı. Sıra bekleme yok, herkes güleryüzlü, işler çabucak halloluyor. Valizimi 3 dakika içinde aldıktan sonra asansörle aşağı indim ve kendimi adeta bir cennette buldum. Havaalanı değil İstinye Park. Bu kadar güzel mağazalar, bu kadar güzel tasarım olur mu dedirten cinsten. İlk gidişimde farketmemiştim çünkü Roma'dan geçtiğim için farklı bir terminalde inmiştim. Kendimi Victoria's Secret ve Waffle dükkanında kaybederek Valentina'nın telefonuyla çıkış kapısına gitmem gerektiğini hatırladım. Boynumda fotoğraf makinem, elimde çekçekli valizim ve sırt çantamla tam bir turist koşuşuyla arkadaşlarım Valentina ve Matthijs'e kavuştum. Kavuşur kavuşmaz da Valentina'ya aldığım kolyeyi çıkartıp kendisine verdim ve fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedim.
Amsterdam'a neler yaptım? Neler aldım? Nerelere gittim? Öncelikle havanın -2 derece civarlarında gezindiğini ve sulu kar yağışının çok yoğun olduğunu belirtmeliyim. Amsterdam'a gidilecek en güzel zaman bence bahar aylarıdır, çünkü soğuğu normal bir soğuk değil. Beremi, atkımı, eldivenimi giyindim ve yollar beni daha fazla beklemesin diye çıktım. İlk olarak çantalarımı odama bırakıp, ilk geldiğimde kozmetik alışverişimi yaptığım DA'yı aramak için yola koyuldum. DA, bizim Gratis'ler gibi drugstore ağırlıklı, ancak farklı olarak high-end, yani pahalı markaları da satan kozmetik dükkanları. Leidsplein'ın tam ortasında bulunan DA, Revlon, L'oreal, Rimmel London, YSL, OPI, Clinique, Dior ve Vichy gibi bir çok markayı barındırıyor. Dükkanın tam karşısında da Lush ve yakınlarında Inglot var. Yolu düşenler mutlaka bakmalı!
Anlatmaya değer ilk gittiğim yer Hermitage Müzesi'ndeki Vincent Van Gogh sergisi tabii ki de. Girişin 19 Euro olması bizi caydıramadı ve montlarımızı vestiyere bırakıp, içi oldukça basık ve tavanları daracık olan kasvetli binaya giriş yaptık. Başlarda biraz sıkılsam da ortalardan itibaren kendimi sanata bıraktım. Bu arada vestiyerde çalışan 4 kızdan 2'si Türk'tü. Hollanda Almanya'yı geçmiş resmen. Biz her yerdeyiz. :)
Daha sonra Anne Frank House, yani Anne Frank'ın evi için sıraya girdik. Giriş 9 Euro'ydu ama 50 olsa da verirdim. Eğer kitabını okumayan, bilmeyen, duymayan varsa hemen alsın! Anne Frank II. Dünya Savaşı'nda evde gizli bir bölmede saklanan Yahudi bir kızın günlüğü. Mavi Saçlı Kız'dan sonra beni en çok etkileyen ve salya sümük ağlayarak okuduğum bir kitaptı. Bu müzeye girip, onun saklandığı evi, birebir el yazısını görmek beni o kadar etkiledi ki, dün gece kitaba bir daha başladım. Sizlere o atmosteri aktarmayı çok isterdim ama tüm müzelerde fotoğraf ve video çekmek yasak. :( Aldığım broşürdeki websitesinden daha fazla bilgiye ulaşabilirsiniz. www.annefrank.org ve facebook sayfası http://facebook.com/annefrankhouse
Geçen sene gitmiş olmama rağmen yine dayanamayıp girdiğim Madame Tussaud Bal Mumu müzesine girdim. Kendisi Amsterdam'ın Taksim Meydanı olan Dam Square'in tam ortasında. Girişteki upuzun kuyruk kaçınılmaz olsa da, beklemeye değiyor. Sizlere bir kaç fotoğraf da göstermeden edemeyeceğim tabii ki.
Hollanda'ya gelip de Hollanda birası Heineken Fabrikası'na gitmemek olmazdı. Gittim, kendi biramı yaptım. Biraların nasıl ambalajlandığını gördüm ve tattım.
Şehirdeki en tuhafıma giden şeylerden biri, bisikletlilerin arabalardan daha önemli olması. Arabalar yayalardan çok bisikletlilerden korkuyor ve bisikletliler sadece kendi yollarından değil, her yerden gidebiliyor. Önlerine çıkarsanız da deli gibi kornaya basıp sizi sıçratıyor. Bir diğer tuhaflık ise defalarca kaybolduğumda farklı farklı kişilere yol sorduğumda karşılaştığım durum; 85 yaşındaki teyzeden tutun, tekel çalışanı, 10 yaşındaki çocuklar ve ot içmekten beyni sulanmış hippiler. Herkes ama HERKES ana dili gibi, aksanlı İngilizce konuşuyor. Bu mükemmel bir şey. Keşke biz de o mertebeye erişebilsek ülkece.
Herkes tarafından merak edilen bir diğer konu ise, (bunu burada yazdım ve açıkladım diye lütfen yargılamayın) ot konusu. Bildiğiniz gibi Hollanda'da ot almak, içmek serbest. Satımı ve içimi için Coffee Shop diye adlandırılan küçük dükkanlar bulunuyor. Önünüze menü geliyor ve önceden sarılmış ve ya kendiniz saracak şekilde çeşit çeşit, sertliğine göre ot seçenekleri beliriyor. Ben hayatım boyunca hiç sigara içmemiş ve sadece kutlamalarda 1 kadeh şarapla yetinmiş bir insan olarak ilk başta ota cesaret edememiştim tabii. İlk gelişimde otlu cupcake yemiştim ve hafif bir çakırkeyiflik dışında hiç bir şey hissetmemiştim. İkinci gelişimde epey bir keyifsiz oluşumdandır herhalde, gözümü kararttım ve gördüğüm ilk Coffee Shop'a girip hafif bir şey seçtim. Tek başıma içmedim, 3 kişi bölüştük. Sarhoşluk deseniz değil, böyle tuhaf bir hazzı var. Dediğim gibi, bu işin suyunu çıkartmamak çok önemli, çünkü deli gibi içmekten bayılanı, kendini kaybedeni bile gördüm. Aç karnına içmemek de çok önemli. Bu arada Coffee Shop'larda sigara yasak, sadece ot içebiliyorsunuz. :)
Peki neler aldım? Eşe, dosta hediyelik eşya, waffle ve magnet dışında bol kozmetik aldım. Fondoten hastası İnci'ciğime Türkiye'de olmayan bir fondoten, arkadaşım Ecem'e Revlon farlar ve kız kardeşime Revlon Lip Butter aldım. Anneme de bol kapatıcı. :) Çekiliş için ve kendim için de güzel bir alışveriş yaptım. İçime çok sindi aldıklarım.
Çekiliş için seçtiğim ürünler! Dün akşam twitter'da yaptığım mini ankette çoğunluk çekilişin 2 ya da 3 kazananı olması gerektiğini söyledi. Birinciye Yves Saint Laurent Touche Eclat & Shocking Mascara setini, ikinciye Clarins Lip Perfector ve Lancaster Gece Kremini, üçüncüye ise Revlon Lip Butter & Maybelline Color Tattoo'nun henüz ülkemize gelmeyen rengi Pink Gold ve Essie ojeyi vermem istendi. Siz ne dersiniz? Kısa bir zaman sonra, hatta yarın bile olabilir, çekilişi başlatmayı düşünüyorum. Bana fikirlerinizi yazmayı unutmayın.
Şimdi sizleri son bir kaç Amsterdam fotoğrafı ve en alttaki videoyla başbaşa bırakıyorum. Yarın sabah 09:30'da yeni yazıyla karşınızdayım. Her gün yeni bir yazıya kaldığımız yerden devam! Herkese sevgiler!
Instagram: gorkemkarman
Twitter: urfacemycanvas8
Gmail: yourfaceismycanvas8@gmail.com
Amsterdam Schipol şu ana kadar gördüğüm en gelişmiş havaalanı. Sıra bekleme yok, herkes güleryüzlü, işler çabucak halloluyor. Valizimi 3 dakika içinde aldıktan sonra asansörle aşağı indim ve kendimi adeta bir cennette buldum. Havaalanı değil İstinye Park. Bu kadar güzel mağazalar, bu kadar güzel tasarım olur mu dedirten cinsten. İlk gidişimde farketmemiştim çünkü Roma'dan geçtiğim için farklı bir terminalde inmiştim. Kendimi Victoria's Secret ve Waffle dükkanında kaybederek Valentina'nın telefonuyla çıkış kapısına gitmem gerektiğini hatırladım. Boynumda fotoğraf makinem, elimde çekçekli valizim ve sırt çantamla tam bir turist koşuşuyla arkadaşlarım Valentina ve Matthijs'e kavuştum. Kavuşur kavuşmaz da Valentina'ya aldığım kolyeyi çıkartıp kendisine verdim ve fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedim.
Amsterdam'a neler yaptım? Neler aldım? Nerelere gittim? Öncelikle havanın -2 derece civarlarında gezindiğini ve sulu kar yağışının çok yoğun olduğunu belirtmeliyim. Amsterdam'a gidilecek en güzel zaman bence bahar aylarıdır, çünkü soğuğu normal bir soğuk değil. Beremi, atkımı, eldivenimi giyindim ve yollar beni daha fazla beklemesin diye çıktım. İlk olarak çantalarımı odama bırakıp, ilk geldiğimde kozmetik alışverişimi yaptığım DA'yı aramak için yola koyuldum. DA, bizim Gratis'ler gibi drugstore ağırlıklı, ancak farklı olarak high-end, yani pahalı markaları da satan kozmetik dükkanları. Leidsplein'ın tam ortasında bulunan DA, Revlon, L'oreal, Rimmel London, YSL, OPI, Clinique, Dior ve Vichy gibi bir çok markayı barındırıyor. Dükkanın tam karşısında da Lush ve yakınlarında Inglot var. Yolu düşenler mutlaka bakmalı!
Anlatmaya değer ilk gittiğim yer Hermitage Müzesi'ndeki Vincent Van Gogh sergisi tabii ki de. Girişin 19 Euro olması bizi caydıramadı ve montlarımızı vestiyere bırakıp, içi oldukça basık ve tavanları daracık olan kasvetli binaya giriş yaptık. Başlarda biraz sıkılsam da ortalardan itibaren kendimi sanata bıraktım. Bu arada vestiyerde çalışan 4 kızdan 2'si Türk'tü. Hollanda Almanya'yı geçmiş resmen. Biz her yerdeyiz. :)
Daha sonra Anne Frank House, yani Anne Frank'ın evi için sıraya girdik. Giriş 9 Euro'ydu ama 50 olsa da verirdim. Eğer kitabını okumayan, bilmeyen, duymayan varsa hemen alsın! Anne Frank II. Dünya Savaşı'nda evde gizli bir bölmede saklanan Yahudi bir kızın günlüğü. Mavi Saçlı Kız'dan sonra beni en çok etkileyen ve salya sümük ağlayarak okuduğum bir kitaptı. Bu müzeye girip, onun saklandığı evi, birebir el yazısını görmek beni o kadar etkiledi ki, dün gece kitaba bir daha başladım. Sizlere o atmosteri aktarmayı çok isterdim ama tüm müzelerde fotoğraf ve video çekmek yasak. :( Aldığım broşürdeki websitesinden daha fazla bilgiye ulaşabilirsiniz. www.annefrank.org ve facebook sayfası http://facebook.com/annefrankhouse
Geçen sene gitmiş olmama rağmen yine dayanamayıp girdiğim Madame Tussaud Bal Mumu müzesine girdim. Kendisi Amsterdam'ın Taksim Meydanı olan Dam Square'in tam ortasında. Girişteki upuzun kuyruk kaçınılmaz olsa da, beklemeye değiyor. Sizlere bir kaç fotoğraf da göstermeden edemeyeceğim tabii ki.
Madame Tussaud'dan Dam Meydanı görüntüsü. |
Hollanda'ya gelip de Hollanda birası Heineken Fabrikası'na gitmemek olmazdı. Gittim, kendi biramı yaptım. Biraların nasıl ambalajlandığını gördüm ve tattım.
Şehirdeki en tuhafıma giden şeylerden biri, bisikletlilerin arabalardan daha önemli olması. Arabalar yayalardan çok bisikletlilerden korkuyor ve bisikletliler sadece kendi yollarından değil, her yerden gidebiliyor. Önlerine çıkarsanız da deli gibi kornaya basıp sizi sıçratıyor. Bir diğer tuhaflık ise defalarca kaybolduğumda farklı farklı kişilere yol sorduğumda karşılaştığım durum; 85 yaşındaki teyzeden tutun, tekel çalışanı, 10 yaşındaki çocuklar ve ot içmekten beyni sulanmış hippiler. Herkes ama HERKES ana dili gibi, aksanlı İngilizce konuşuyor. Bu mükemmel bir şey. Keşke biz de o mertebeye erişebilsek ülkece.
Herkes tarafından merak edilen bir diğer konu ise, (bunu burada yazdım ve açıkladım diye lütfen yargılamayın) ot konusu. Bildiğiniz gibi Hollanda'da ot almak, içmek serbest. Satımı ve içimi için Coffee Shop diye adlandırılan küçük dükkanlar bulunuyor. Önünüze menü geliyor ve önceden sarılmış ve ya kendiniz saracak şekilde çeşit çeşit, sertliğine göre ot seçenekleri beliriyor. Ben hayatım boyunca hiç sigara içmemiş ve sadece kutlamalarda 1 kadeh şarapla yetinmiş bir insan olarak ilk başta ota cesaret edememiştim tabii. İlk gelişimde otlu cupcake yemiştim ve hafif bir çakırkeyiflik dışında hiç bir şey hissetmemiştim. İkinci gelişimde epey bir keyifsiz oluşumdandır herhalde, gözümü kararttım ve gördüğüm ilk Coffee Shop'a girip hafif bir şey seçtim. Tek başıma içmedim, 3 kişi bölüştük. Sarhoşluk deseniz değil, böyle tuhaf bir hazzı var. Dediğim gibi, bu işin suyunu çıkartmamak çok önemli, çünkü deli gibi içmekten bayılanı, kendini kaybedeni bile gördüm. Aç karnına içmemek de çok önemli. Bu arada Coffee Shop'larda sigara yasak, sadece ot içebiliyorsunuz. :)
Peki neler aldım? Eşe, dosta hediyelik eşya, waffle ve magnet dışında bol kozmetik aldım. Fondoten hastası İnci'ciğime Türkiye'de olmayan bir fondoten, arkadaşım Ecem'e Revlon farlar ve kız kardeşime Revlon Lip Butter aldım. Anneme de bol kapatıcı. :) Çekiliş için ve kendim için de güzel bir alışveriş yaptım. İçime çok sindi aldıklarım.
Çekiliş için seçtiğim ürünler! Dün akşam twitter'da yaptığım mini ankette çoğunluk çekilişin 2 ya da 3 kazananı olması gerektiğini söyledi. Birinciye Yves Saint Laurent Touche Eclat & Shocking Mascara setini, ikinciye Clarins Lip Perfector ve Lancaster Gece Kremini, üçüncüye ise Revlon Lip Butter & Maybelline Color Tattoo'nun henüz ülkemize gelmeyen rengi Pink Gold ve Essie ojeyi vermem istendi. Siz ne dersiniz? Kısa bir zaman sonra, hatta yarın bile olabilir, çekilişi başlatmayı düşünüyorum. Bana fikirlerinizi yazmayı unutmayın.
Şimdi sizleri son bir kaç Amsterdam fotoğrafı ve en alttaki videoyla başbaşa bırakıyorum. Yarın sabah 09:30'da yeni yazıyla karşınızdayım. Her gün yeni bir yazıya kaldığımız yerden devam! Herkese sevgiler!
Instagram: gorkemkarman
Twitter: urfacemycanvas8
Gmail: yourfaceismycanvas8@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder